Doğu-Batı sarkacında Türk dış politikası

193

Prof. Dr. Ali Tekin Independent Türkçe için yazdı

Amerikalı büyük yazar Mark Twain 1897 yılında yaptığı konuşmalarla para kazanıp borçlarını kapatmak amacıyla çıktığı dünya turunun Londra ayağındaydı. Bazı Amerikan gazetelerinde Twain’in Londra’da öldüğüne ilişkin yazılar yayımlandı. O sırada Londra’da bulunan Amerikalı bir gazeteci konuyu araştırdı, Twain’i sağ bulması üzerine ona bu haberler hakkında ne düşündüğünü sordu. Twain, kısaca, ‘Benim ölümümle ilgili haberler fazlasıyla abartılı’ yorumunu yaptı.

Günümüz Türkiye’sinde yaygın olarak ileri sürülen Batı dünyasının hızla batarken Asya’nın hızla yükseldiği haberleri de Twain’inkine benzer bir karşılığı fazlasıyla hak ediyor.

Bu türden prematür saptamalar ve devşirilen yüzeysel sonuçlar eğer yalnızca gazete köşelerinde ya da akademik tartışmalarda öne çıksaydı çok da önemli olmazdı. Ancak, son dönemde Türkiye’nin dış politikasına yön veren siyaset ve diplomasi çevrelerini de etkisi altına almış görünüyor.

Doğu-Batı dengesi nereye?

Dünya çalkantılı bir dönemden geçiyor. II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan hegemonyası zemininde kurulan dünya düzeni hem meşruiyet, hem de yaptırım gücünde zafiyet yaşıyor.

Pax Americana’nın kurumsal yapısı yerini kolay tarif edilemeyen, çok aktörlü, amorf bir heyulaya bırakıyor. İnsanlığın yüzyıllar içinde geliştirdiği evrensel değerler zayıflarken, otoriter politikalar ve popülist yıkıcılık yükselen bir seyir izliyor.

Batı, dünyayı yönetmekte zorlanıyor; ancak Doğu ise ne yönetilmek istiyor, ne de küresel bir vizyon, bir alternatif dünya düzeni tasavvuru ortaya koyabiliyor.

Dünya adeta 1930’ların (yükselen proto-faşizm ve ticaret savaşları dahil) kaotik ortamını yeniden yaşıyor. ‘Sorumluluk sahibi’ liderler ve düşünce insanları izleyen dönemin (1940’ların) akıbetinden kaçınmanın yollarını arıyor.

Bu yolun bulunabilmesi, yine Batı’nın öncülüğünü gerektiriyor.

Batı hâlâ, uluslararası siyasette herhangi bir konu hakkında kurulacak küresel bir koalisyonun en önemli unsuru olmaya devam ediyor.

Trump dönemi istisna edilirse ABD ve pek çok konuda Avrupa, küresel siyasetin hâlâ son arbitörü rolünü oynuyor. Küresel gücü bir ölçüde dengelenmekle birlikte, ABD ‘eşitler arasında birinci’ ülke konumunda olmaya uzun on yıllar devam edecektir.

Ne Çin’in, ne Hindistan’ın, ne Rusya’nın, ne Şanghay İşbirliği Örgütü’nün, ne de BRICS gibi oluşumların kapsamlı ve derinlikli bir dünya vizyonu ortaya koymuşluğu var. ‘Yükselen’ ülkelerin her birinin, bir diğeri ile –neredeyse- uzlaşmaz çıkarları vardır. Ortak hareket kapasiteleri oldukça düşüktür.

Yükselen Çin önümüzdeki on yıllarda hangi patikada ilerleyecek?

Çin, Japonya/Güney Kore gibi mi olacak, yoksa Sovyetler Birliği gibi mi?

Bazı Amerikalılar, Soğuk Savaş sırasında Sovyetlerin, 1980’lerde ise Japonların dünyayı ele geçireceğini ileri sürdüler. İkisi de olmadı. Ya günümüzün Çin’i?

Daron Acemoğlu gibi bazı önemli ekonomistler, Joseph Nye gibi önde gelen bazı uluslararası ilişkiler akademisyenleri Çin’in yükselmesinin – mülkiyet hakkı, temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi liberal demokratik değerlerle ilgili – yapısal sınırları olduğunu dile getiriyorlar.

Bu bağlamda, Batı’nın görece zayıfladığı genel kabul görürken, büyük bir çöküş yaşadığı/yaşayacağı ve yerini yükselen Doğu’nun dolduracağı önermesi çokça tartışılan ama genel geçer kabul gören bir tez değil.

Trump sonrası dönemde dünya liderleri için en büyük meydan okuma şu sorunsal olacak: daha barışçıl, daha kapsayıcı, daha katılımcı bir dünya düzeni nasıl kurulabilir?

https://www.independentturkish.com/node/56001/t%C3%BCrkiyeden-sesler/do%C4%9Fu-bat%C4%B1-sarkac%C4%B1nda-t%C3%BCrk-d%C4%B1%C5%9F-politikas%C4%B1