Birikim Özgür
1990’lara kadar kurulu düzene başkaldıranlar ya devşirilir ya ötekileştirilirdi.
En etkili ötekileştirme yöntemi ise vatan hainliği suçlamasıydı.
İktidarı eleştirmek cesaret işiydi.
Yıllarca muhalifler ezildi, çeşit türlü baskılara maruz kaldı.
Soğuk savaşın bitmesiyle taşlar yerinden oynadı.
Annan planı ile birlikte kurulu düzenin temelleri iyice sarsıldı.
Çözüm yanlısı olmak bir yafta olmaktan çıkıp onur nişanesi oldu.
Bir defter kapandı ve yeni bir defter açıldı.
Eski defter Kıbrıs sorunuyla başlar Kıbrıs sorunuyla biterdi.
Yeni defterde başka şeyler yazıyor:
Çözüme hazırlanabilmek için gelişimi ve kalkınmayı savunanların ilerici, eski defterde takılıp kalanların statükocu olması gibi…
Bu değişim Annan planı sonrasında tarihsel bir olgu olarak hayatın gerçeğine dönüştü.
Eski defterde yazılı olan sağ ve sol paradigmalar iflas etti.
Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz “çözüme hazırlanma” çerçevesine oturdu.
Kıbrıslı Rumlar AB üyeliği avantajıyla bu ilişkiyi kuşa çevirse de ilişkinin politika çerçevesi yerli yerinde duruyor.
Türkiye de KKTC ile mali yardım ilişkisini bu politika çerçevesine oturttu.
Söylem farklı olsa da içerik aynıydı:
“Çözüm olsa da olmasa da KKTC kendi ayakları üzerinde durmalıdır”.
2016-2018 dönemi için Yapısal Dönüşüm Programı hazırlanırken CTP hükümetin büyük ortağıydı.
Programın giriş bölümünde şöyle bir tespit yapmıştık:
“Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile yürütülen müzakerelerin olumlu sonuçlanacağına ilişkin olasılıkların giderek artması bu süreci (3 yıl program dönemini) KKTC’nin kendi ayakları üzerinde durabilecek konuma gelmesi açısından daha da önemli kılmaktadır”.
Müzakerelerin önemine ve müzakerelerin olumlu sonuçlanacağına dair yüksek inanca vurgu yapan bu ifade ilk bakışta kışkırtıcı hatta yersiz gibi algılanabilirdi.
“Müzakerelerle KKTC’nin kalkınması arasında ilişki kurmaya ne gerek var?” denilebilirdi.
Ancak bizim açımızdan meseleyi Annan planı sonrasında gelişen tarihsel olguya yani “çözüme hazırlanma” perspektifine oturtmak ideolojik açıdan son derece hassas bir konuydu.
Türkiye bu ifadeye hiçbir itirazda bulunmadı.
Üstüne üstlük biz kafa karışıklıkları nedeniyle protokolü imzalamayınca hükümet değişikliğine gidildiği halde bu giriş cümlesi metindeki yerini aynen korudu.
Çözüm geciktikçe iki olgu bizi yok ediyor:
1) Annan planı sonrası tarihsel bir olgu olarak karşımıza çıkan sistemimizi ıslah etmek suretiyle çözüme hazırlanma siyasetine bir türlü adapte olamamış olmamız;
2) Çözümsüzlük koşullarında kültürel özgünlüğümüzün ve siyasi varlığımızın / gücümüzün giderek törpüleniyor oluşu.
Şurası gerçek:
Birinci noktada Türkiye “çözüm ortağımız” iken ikinci noktada ekonomisiyle, nüfusuyla, bölgedeki nüfuzuyla ve yüzyıllar içerisinde oluşan devlet ideolojisiyle bizi yoruyor / zorluyor.
Ben hep şuna inandım:
Kıbrıslı Türkler için çare Türkiye’yi ötekileştirmek değildir.
Evet, Türkiye bizi yoruyor / zorluyor ama sistemimizi düzeltebildiğimiz oranda Türkiye ile ilişkilerimiz rayına oturacak ve Kıbrıslı Rumlarla Yunanistan arasındaki ilişkiye benzer bir hal alacak.
Yani;
Sistemimizi iyileştirmeye odaklanabilirsek sadece çözüme hazırlanmayacağız aynı zamanda Türkiye ile ilişkilerimizi de daha sağlıklı bir noktaya taşıyabileceğiz.
Unutmamak gerekir ki Türkiye’nin iç siyasetimizde en az etkili olduğu dönem Annan planı sonrasında kamu maliyemizin en iyi durumda olduğu birkaç yıllık dönemdi.
Ne zaman ki biz devlet olduğumuzu unutup ideolojik kılıflar uydurarak krizlerimize müdahale etmekten kaçındık, Türkiye pabuçlarıyla devreye girdi.
Tam bir ana-yavru ilişkisi…
En başa dönüp bugünü değerlendirelim:
Kurulu düzenin devamından yana olanlar değişim, kalkınma, sistemi iyileştirme gibi söylemlerden hoşlanmıyor.
En etkili ötekileştirme yöntemi ise “Türkiyecilik”.
Dünün Rumcuları, bugünün Türkiyecileri…
Çünkü çözümcülüğün onur nişanesine dönüştüğü bu konjonktürde “Rumcu” söylevleri sökmüyor, canlı olan ve bizi yoran / zorlayan bir ilişki üzerinden “öteki” icat etmek tercih edilir oluyor.
Ben bu tarz bel altı diye tabir edilebilecek eleştirilere yanıt vermeye hiçbir zaman tenezzül etmedim.
Yurtseverliğimi ispatlamayı zül saydım.
Çünkü babamdan öyle görmedim.
O da “Rumcu” olmadığını ispatlamak için Kıbrıslı Rumları ötekileştirmeyi marifet görmemişti.
Kalkınma noktasında “çözüm ortağı” olarak gördüğüm Türkiye’ye karşıt bir duruş sergilemeyi stratejik olarak reddettim.
Tutarlı ama Kıbrıs koşullarında kısa sayılabilecek bir siyasi serüven yaşamış olmaktan hiçbir zaman gocunmadım.
Kudret Özersay mevcut partilerle değil yeni bir partiyle değişim için yola çıktı.
Kurulu düzenin tepkisini çekmemek için olsa gerek, kısmi olarak değişimin içini doldurdu, mali disiplin ve yapısal reformlara ilişkin derinlemesine siyasi analizler ve iddialar ortaya koymadı.
Buna rağmen O da “biat eden” oluverdi.
Çünkü kurulu düzeni savunanlar açısından ortaya koyduğu değişim iddiası siyaseten tertiplenmesini gerektiriyordu.
Tufan Erhürman da hep dengeleri gözeten bir siyaset izledi.
Bu özelliği nedeniyle bir türlü yıldızlarımız barışmadı ama O ülke gerçeklerinden kopmadı, benim gibi “saha dışı forvet” durumuna düşmedi.
Kurulu düzenle de “çözüm ortağımız” Türkiye ile de cepheleşmemeye özen gösterdi.
Yine de sorunları gördü, tartıştı.
Başbakanlık görevi üstlenmiş bir lider olarak sistemdeki tıkanıklık noktalarını da siyasi istikrar ortamına duyulan ihtiyacı da çok iyi biliyor.
Şu anda ana muhalefet lideri.
Toplumun ona siyasal alanda güçlü bir aktör olarak ihtiyacı var.
Tıkanan sistem yeniden düzülecekse yeni Anayasa yeni bir Mümtaz Soysal’ın öncülüğünde değil genç bir Kıbrıslı Türk liderin öncülüğünde yazılacak.
Bıkmadan, usanmadan, günlerce, gecelerce çalışacak, belki saçları iyice ağaracak ama Kıbrıslı Türklere yeni bir sistem armağan edecek.
Ben buna inanıyorum.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı makamına ilişkin bir tartışma alevlendi.
Tufan Erhürman Cumhurbaşkanlığı makamına saygıyı esas alan açıklamalarda bulundu.
Aynı tartışma çerçevesinde ana muhalefet liderliği makamına “bizden değildir” yollu kaba saba sataşmalar gündeme geldi.
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’dan ana muhalefet liderliği makamına saygıyı esas alan herhangi bir açıklama gelmedi.
Kamuoyu bu ince detayı yakaladı mı emin değilim ama en azından bizim evde, “Birikim’den kurtuldular, Kudret’i tertiplediler, şimdi de sıra Tufan’a mı geldi?” sorgulamaları başladı.
Kurulu düzenin savunucularına kötü bir haberim var:
Bütün genç fidanları benzin döküp yaksanız da bu toplum bir yolunu bulup yine filizler açacak, orman olmaya devam edecek.
Ne AB ne de Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyindeki kurulu sahte düzeni yaşatma niyeti var.
Özker Özgür yaşasaydı dün 79 yaşında olacaktı.
“Deniz bitti” deyişinin üzerinden 25 yıl geçtikten sonra bile hala daha tam olarak anlaşılabilmiş değil.
25 yıldır biten denizde sahte kulaçlarla yerimizde sayıyoruz.
Belli ki Türkiye Annan planı sonrasında belirlenen politika çerçevesinin dışına çıkıp da buradaki kurulu sahte düzeni yaşatmak niyetinde değil.
Eğer mali disipline ilişkin ölçütler manipüle edilmezse, bu hükümet kamu giderlerini artırıcı icraatları nedeniyle bütçe açığına destekten dahi yararlanamayacak.
Kendi sorunumuzu kendi alacağımız tedbirlerle aşmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıyayız.
Hükümet gerekli tedbirleri almazsa ki almayacak gibi görünüyor, 2019 sonuna yaklaşıldıkça bütçe krizi hissedilecek.
2020 yılında da yine tedbir alınmazsa kriz büyüdükçe büyüyecek.
Statüko sahiplerinin kucağında komaya girecek.
Kurulu düzen bu krizin altından kalkamayacak.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından siyasi istikrar arayışları çerçevesinde ister istemez yeni sistem tartışmaları alevlenecek.
Böylesi koşullarda Kıbrıs Türk halkı Rumcular ya da Türkiyeciler diye toplumu kamplara bölmeye çalışanlara kaderini belirleme yetkisi vermeyecek.
Çözüme hazırlanabilmek için gelişime ve kalkınmaya odaklanmak dışında herhangi bir alternatifimiz kalmayacak.
Tarihsel konjonktür bunu gerektiriyor ve biz Annan planı sonrasında 15 yıl boyunca havanda su dövdük.
Kıbrıs Türk halkı biten denizde suni tartışmalarla sahte kulaçlar atmayı değil yeni denizlere açılmayı hak eden nitelikli ve değerli bir varlıktır.
Elimizde iki anahtar var:
1) Çözüm perspektifinden kopmadan çözüme hazırlanmak;
2) Mali disiplini ve yapısal reformları kendi beyin gücümüzle ele alabileceğimiz siyasi istikrar ortamını yakalayabilmek adına sistemimizi elden geçirmek.
2020 yılı;
15 yıl gecikmeli de olsa yeni defterin kapağını aralayacağımız yıl olsun;
Siyasi istikrar ortamının başlangıç yılı olsun…
Haber Kıbrıs