Beni davet ettiğiniz için teşekkürler. Çalışmalarınıza katılıyor olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Evet; bu, göreve gelişimin ikinci günü… Dün ilk günümdü. Madrid’de COP 25 İklim Değişikliği Konferansı’nın açılışına katılma fırsatım oldu, hemen sonrasında Mali’de öldürülen Fransız askerlerinin yasına katılmak üzere Paris’e gittim. Bu, katıldığım üçüncü etkinlik. Sizlerin de gördüğü gibi konular birbirinden çok farklı.
Dün, hüzün dolu bir gündü: bu Fransız askerleri için düzenlenen tören bizlere, askerlerin sadece Fransa’nın güvenliğini savunurken değil; aynı zamanda, insan haklarından konuşmanın var olmayan bir şeyden bahsetmek anlamına geldiği ülkelerde [de] Avrupa’nın güvenliğini savunurken öldürüldüğünü gösteren bir törendi.
Bugün bu konudan bahsedeceğiz ve bu fırsatı yakalayabildiğim için çok mutluyum; çünkü, [göreve gelmeden önce katıldığım] oturumlarda insan hakları konusunun, Avrupa Birliği dış politikasının önemli bir parçası olacağını ifade etmiştim. Bugün de insan haklarından bahsederken bu konuyu aynı zamanda çevreyle ilintili bir açıdan da ele alacağız.
Normalde insan hakları dendiğinde, insanları hapse atan bir diktatör gelir aklımıza; ancak şimdi, insan haklarını daha geniş bir kapsamda ele almamız gerekiyor. İklim değişikliğinin yarattığı sonuçlar da dünyanın her köşesinde insan haklarına karşı bir tehdit teşkil ediyor; çünkü insan hakları ve çevresel sorunlar birbiriyle yakından ilintili ve her yerde hem insanları hem de temel haklarını etkilemekte… Burada sadece geçim kaynakları ciddi bir tehdit altında olan Amazon yerli halklarından bahsetmiyoruz. Bununla birlikte, dünyanın dört bir köşesinde karşı karşıya kaldığımız ve başta en kırılgan toplumlar olmak üzere, küresel ölçekte her geçen gün artan sayıda insanı etkileyen aşırı hava olaylarını da kastediyoruz.
Avrupa yurttaşları karşımızda duran en büyük zorluklarından birinin iklim değişikliği olduğunun hayli bilincinde; ancak bu konu bizleri insan hakları açısından etkilemiyor. Oysa jeopolitik olarak bu doğru. İklim değişikliği [örneğin] Sahel’deki gibi milyonlarca insanın yaşam koşullarını etkilemekte. Sahip oldukları tarlalar ürün vermemeye başlayıp da insanlar topraklarını terk etmek zorunda kaldığında, bu insanlar göçmen durumuna düşecek ve Avrupa’ya gelecektir. Bu, onları etkileyen bir kısırdöngü. Kendi yurtlarını terk etmek zorunda kalan bu insanların hem bu sebeple, hem de daha sonra sığınma talebiyle göçmen olarak geldiklerinde insan hakları var. İklim değişikliği nedeniyle sığınmacılık fikri yeni yeni ortaya çıkmaya başlamış olabilir: ‘Korunma istiyorum; bunun sebebi, ülkemde beni öldürmek isteyen eli kanlı bir diktatörün varlığı değil; bunun sebebi, yaşantımı idame ettirememem ve güvenli bir yaşam için uzaklara gitmem gerektiği.’
İşte bu nedenle Avrupa Komisyonu’nun, önümüzdeki birkaç hafta içinde onaylayacağımızı umut ettiğim Avrupa Yeşil Anlaşması (EGD) üzerinde çalışmaya başlaması, büyük bir önem taşıyor. Bu da Avrupa Birliği’ni bir dinleyici, bir [fon] harcayıcı, bir yatırım sermayesi sağlayıcısı olarak hem Birlik içinde hem de Birlik dışında büyük bir siyasi özne, bir standart belirleyici ve genel anlamıyla da küresel bir aktör haline getirecektir.
Birkaç hafta sonra yapılacak olan Avrupa [Birliği] Konseyi’nde devlet ve hükümet başkanları, Avrupa Birliği olarak bizlerin iklim değişikliği konusundaki uzun vadeli stratejimizi belirleyecek rehberimize nihai halini vermelidir. Bunun için uluslararası ortaklarımızın ve STK’ların da güçlü katılımı gerekecek. Uluslararası ortaklarımız: çünkü, Avrupalılar olarak bizler
[küresel]
CO2 salınımının sadece %8 ila %9’una yol açıyoruz. Yarın bir mucize olsa ve tek bir kilogram karbon dioksit üretmesek bile sorun aynen devam edecek; çünkü, zengin Avrupa ülkeleri dışında halen salınımı süren bir %92 söz konusu… Bu da dünyanın her yerinde sosyal ve küresel adalet açısından ciddi sorunlara yol açmakta.
Hayatında elektrik ampulü görmemiş birine dönüp de, “artık atmosferde karbon dioksit salınımı için yer kalmadığından kalkınma çabalarınızın kısıtlanması gerekiyor” diye nasıl diyebilirsiniz! Dünyada hayatında hiç elektrik ampulü görememiş milyonlarca insan bulunuyor; bırakın buzdolabını, ısıtıcıları, arabayı veya evimizde gündelik yaşamda alışkanlıkla kullandığımız diğer eşyaları. Bu, büyük bir adalet sorunu yaratacaktır: atmosfer kime aittir? Kimler atmosferi karbon dioksit depolamak için kullanma yetkisine sahiptir? Evet, bizler çok fazla üretmiyor olabiliriz; lakin geçmişte aşırı düzeyde [bir karbon dioksit] ürettik. Sorunun kaynağı da geçmişten beri, bizim yaşadığımız bölgede, atmosferin bu gazları depolayabileceği kamuya açık bu ‘mal’ı [atmosferi] kullanıyor olmamızdır. Bu nedenle iklim değişikliği konusun takip ederken ilham kaynağımız güçlü bir adalet temeline dayanmalıdır ve işte bu nedenle, bu konu insan haklarıyla da yakından ilintilidir.
Gerçek yaşama biraz daha yaklaşıp insan haklarının korunması alanında çalışan ve güvenli, temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir çevre için mücadele eden sivil toplum mensupları hakkında konuşabiliriz. Çevre insan hakları savunucuları –evet, çevre insan hakları savunucuları diye bir şey var ve ben, önceki çalışmalarım dolayısıyla onlardan bir kısmını tanıyorum– sahadaki sıklıkla kendilerine zararla neticelenen büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalan gerçek kahramanlar… Onları korumak ve engellerden ve tehlikelerden arınmış güvenli bir ortamda çalışabilmelerini sağlamak için elimizden gelen her şeyi yapmaya devam etmeliyiz.
Bugün dünyanın karşısındaki en kritik zorluklardan biri de toprak ve doğal kaynak yönetimidir. Bu konu –ormansızlaşma ve diğer olaylara bir bakın– karşımızda duran en büyük sınamalardan biri. İşte bu nedenle anlaşmalar yapıyoruz ve ulusal düzeyde toprak hakları sorununu ele alan orman kolluğumuz, hükümetler ve gönüllü ticari ortaklıklar var. Bu konu gerçekten kritik bir öneme sahip. Bu konuda destek olabilmek adına adımlar atıyoruz. Yaklaşık 40 kadar ülkede, çevresel sorunlarla boğuşan insan hakları mücadelecisini korumak üzere yaklaşık 240 milyon Avro harcıyoruz.
Batı medeniyetinin ortak hayal gücünde bu konuda savaşan, çevrenin gardiyanları olan yerli halkları kastetmiyorum. Onları biliyoruz; ama bu tür mücadeleleri veren, korkutulmaya, sindirilmeye, tacizlere, gözaltılara ve hatta hayatlarını kaybetme riskine maruz kalan çok daha fazla insan söz konusu. Birkaç örnek verebilirim.
Son dönemde Latin Amerika’da, çevre alanında en iyi bilinen insan hakları savunucularından biri olan Berta Caceres Honduras’ta öldürülmüştü, belki bazılarınız onu duymuşsunuzdur. Birkaç gün önce bir mahkemenin dört kişiyi Berta cinayetinden 50 yıl hapis cezasına çarptırdığını öğrenmekten memnuniyet duydum. İspanya parlamentosundaki önceki görevimde: ‘Aileyi veya Berta’yı korumak için ne yapıyorsunuz? Berta’yı öldürenlerden hesap sorulması için ne yapacaksınız?’ türünden birçok soruyu yanıtlamam gerekmişti. Bu durum onun gibi sahadan, yerli halktan gelen insanların çevre açısından nasıl birer insan hakları savunucusu haline geldiklerine iyi bir örnektir.
Bunun insan haklarını savunmanın yeni bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Ve bu boyutu insan hakları mücadelesine katmamız gerektiğini söylemek isterim. 2018 yılında, çalışmaları nedeniyle hedef alınan ve öldürülen 321 insan hakları savunucusu tespit ettik. Bu şu ana kadar kayıtlara geçen en yüksek rakam. Bu oldukça büyük bir rakam. Çevre perspektifi açısından 321 insan hakları savunucusu. Bu kişilerin dörtte üçünden fazlası sadece çevre sorunları alanında mücadele ediyordu.
2015’ten beri, Avrupa Birliği 30.000 insan hakları savunucusunu desteklemektedir. Bu fena bir rakam değil ama yeterli de değil. İnsan haklarını çevre açısından korumaya çalışan 30.000 kişiye yardım etmenin ve desteklemenin takdir edilmesi gereken bir husus olduğunu düşünüyorum. Bunu da demokrasi ve insan hakları için Avrupa aracı yoluyla yaptık. Yeni mali dönemde de bu bütçe kaleminin artmasını umut ediyorum, zira buna gerçekten ihtiyacımız var çünkü insan hakları ve çevre sorunları yakın gelecekte artacak.
Buraya Avrupa Birliği’nin her şeyin çözümü olduğunu söyleyip vaaz vermeye gelmedim. Çok şey yapıyoruz diye mutluluk da ifade etmek istemiyorum. Bilakis yeterince şey yapmadığımızı ifade etmeyi tercih ediyorum. Bir şeyler yapıyoruz, ama bunlar yeterli değil, kesinlikle yeterli değil. Ve bu sorun karşısında ne yaparsak yapalım, eğer yönetimler ve sivil toplum olarak birlikte çalışırsak çok daha etkili olacaktır. Dünyanın dört bir yanında, memurlar ve STK çalışmaları yürüten sıradan insanlar birçok yolla bilgiye erişimi mümkün kılabilir ve arazi yönetimini destekleyebilir.
40’tan fazla ülke ile şirketler ve tüzel kişiler tarafından işlenen insan hakları ihlallerine yönelik bazı anlaşmalar imzaladık, hepiniz bunun nerede ve nasıl gerçekleştiğine dair örneklerin farkındasınız. Bu, çoğunlukla Avrupa coğrafyasında vuku bulan bir durum değil, neyse ki kalkınma aşamasını geçtik, ancak ticaret anlaşmalarımızın olduğu birçok ülkede vuku buluyor. Bu sorunlarla yüzleşmek ve bu ülkelerden bir yanıt alabilmek için ticaret anlaşmalarının güçlü bir araç olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Ürünün nasıl üretildiği, nerede üretildiği, tükettiğimiz şeyin çevre ve insan hakları açısından bedelinin ne olduğu…
Bu konuların halledilebilmesi için sivil toplumun siyasi kurumları giderek daha fazla sıkıştırması gerekmektedir. Sivil toplumdan, sizin gibi insanlardan, herhangi bir baskı olmazsa, bu tür hususlar sonuçta müzakere masasında unutulabiliyor ve yerine başka önemli ve acil ekonomik çıkarlar geçebiliyor. Müzakerelerde [yaşanan] bu durumu çok iyi biliyorum, pek çok farklı şeyi göz önünde bulundurmanız gerekiyor. Ve bir hedefin ardındaki siyasi güç ağırlığı ne kadar artarsa, buna o kadar çok dikkat ediyorsunuz.
İnsani açıdan çok daha önemli olan diğer [meselelerin] arkasında bir savunucumuz yok. Bu rolü sizler oynamalısınız. Bu nedenle, çevre alanındaki insan hakları savunucularının daha iyi korunmasına katkıda bulunmak için birlikte çalışabilirsek, Avrupa Birliği ve özellikle Avrupa Dış İlişkiler Servisi çok mutlu olacaktır.
Çok işimiz olacak. Dün Madrid’de çok güzel konuşmalar dinledim. Herkes iklim değişikliği ile mücadele etmenin ve doğa haklarını korumanın ne kadar önemli olduğunu ifade etti. Doğayla savaşıyoruz, [ama] doğayla barış yapmamız lazım. Bu doğru. Ama tek mesele tüm bunların bir maliyeti olduğu ve birinin bunları ödemesi gerektiği. Gelecekte yüzleşmemiz gereken en önemli şeylerden biri de bunu kimin ödeyeceği konusu olacak.
Hep benim gibi insanlar için önümüzdeki 20 yıl içinde ne olacağını düşünmenin ve bundan 20 yıl sonra dünyanın sonu için endişelenmenin oldukça kolay olduğunu söylemişimdir. Ancak bundan 20 yıl sonra olacaklar için korkacak ya da endişelenecek durumda olmayan birçok fakir insan var. Bu insanlar önümüzdeki 20 gün için taşıdıkları derin endişeden dünyanın sonu için endişelenemeyecek durumdalar. Ay sonu onlar için yılsonundan daha önemli. Bu nedenle bu mesele küresel ölçekte bir sosyal adalet sorunudur. Bu çerçevede ekolojik geçişi adil kılmak amacıyla yürüttüğünüz çalışmalar için teşekkür ederim, çünkü adil olmazsa bu geçişin gerçekleşmesi de mümkün olmayacaktır.
Teşekkürler.
Videonun linki: https://audiovisual.ec.europa.eu/en/video/I-181285